Kalabalıkların Bestecisi James Horner Artık Oldukça Sessiz

Avusturyalı bir yönetmen, 1949’da “The Heiress” ve ondan tam 11 yıl sonra 1961’de “The Hustler” ile iki kez akademi ödülü almıştı. Bu adamın adı Harry Horner’dı. Harry Horner Kanadalı Joan Ruth Frankel’le evlenmiş ve 1953’te bir bebekleri dünyaya gelmişti. Oğullarına James adını verdiler.
Peki, kimdi bu James Horner? James, Los Angeles’ta doğmasına rağmen hayatının büyük bir çoğunluğunu Londra’da geçirmişti. Ailesi, küçük yaşta müziğe olan ilgisini fark etti ve çevresindeki sanatçı dostlarından beş yaşındaki James’e piyano dersleri aldırmaya başladılar. Beş yaşında başladığı bu müzik tutkusu sırasıyla gittiği Royal College of Music (Londra), Güney Kaliforniya Üniversitesi müzik bölümü (1970), Kaliforniya Üniversitesi (müzik teorisi üzerine yüksek lisans) ve son olarak Kaliforniya Üniversitesi (müzik kompozisyonu ve teorisi üzerine doktora) ile devam etti.
Üniversitede cep harçlığını çıkarmak adına arkadaş çevresiyle kısa filmlere müzikler bestelemiştir. Ciddi anlamda ilk parasını -ki bu bestesi saksafonun sürekli artan ve azalan enerjisiyle bende bir Charlie Chaplin havası yaratmıştır- “The Lady in Red” filminden kazanınca kendisine olan güveni artar ve yönetmen Don Howard’ın ilgisini çekmeyi başarır. Titanic filminin efsane sesi Celine Dion ile dostluğu da aynı yıllarda başlar; ki bu arkadaşlıkları ileriki yıllarda pek çok kaliteli işe birlikte imza atacağı müzik çevresini oluşturan zincirin ilk halkası olacaktır.
Kuşkusuz ki James Horner ismi bahsi geçen dönemlerde Hans Zimmer ile aynı oranda duyulur oldu. Tchaikovsky ve Wagner tadında Hollywood filmlerinin bestecisi olarak kısa sürede kariyerinde zirve noktasına ulaştı. Bu noktada akıllara gelen soru belki de şu olmalı; standart bir kalem ve kağıtla bir besteci ne kadar ileri gidebilir? James Horner güçlü bir piyano ve arkasında olan bir orkestrası ile en yüksek hasılata sahip yüz filmden on tanesine kendi ince notasını dokundurabilen bir imparatorluk kurmuştu.
Size bu yazıda bahsettiğim filmlerin bazılarını daha önceden izlemiştim. Bir kısmını da bu yazı vesilesiyle izleme fırsatını yakaladım. Daha önce izlediğim filmlerden biri olan Titanic’i izlerken bilgisayarımda bir sorun oluştu ve filmin bir sahnesinde ses gitti. Uzunca bir müddet bu teknik sorun ile uğraştım. Sorunu çözemeyince alt yazılı filmi sessiz olarak izlemeye karar verdim. Çok uzun sürmedi sıkılmam, böyle de hiç heyecanı yoktu.
Telefonumun küçücük ekranı hayatımı kurtardı. İzlediğim yerleri geri alıp baştan izledim ve bu sefer izlediğim filmden zevk almıştım.  Tam film bitmiş, ben içimdeki buruk acıyı bir demlik çayla bastırırken aklıma geldi. Neden sıkılmıştım? Üstelik tüm film, oyuncular, replikler dahi tamamdı. Tek sıkıntı ses yoktu. O an asıl meseleyi anladım. Ya filmlerin ruhunu bu müzikler veriyorsa; bize acı, sevgi, beklenti, umut, özgürlük, sevinç ve üzüntü gibi insani hisleri asıl veren kurgu yahut senaryo değil de müzikse? Bu hükme hemen varmadan biri başlı başına fantastik olan “Avatar” ile diğeri Arap yapımlarından olan ve kadrosunda Antonio Banderas’ın bulunduğu “Black Gold” filmini izledim. İki film de birbirine oldukça zıt karakterdeydi. Bu üç filminde iki ortak yönü vardı. Filmlerin bestecisi James Horner’dı ve ben sessiz olarak izlediğimde bu üç filmden de sıkılmıştım.
Sonra baştan alarak filmlerin sahnelerini önce sessiz sonra da sesli dinlemeye başladım. Titanic, Celine Dion’un en acıklı sahnelerde ortaya çıkıp efsane sesiyle insanın duygularını etkisi altına alması oldukça kısa sürüyor. geri kalan kısımlarda filmin duygularını Horner bize aktarıyor. Avatar’ı dinlerken kendinizi bir kabile ateşi etrafında djembe davulu ve Afrika flütü eşliğinde şarkı söylerken bulabiliyorsunuz. Sonlarına doğru müzik hızlanıyor ve duygularınız coşuyor. İçinizden sadece koşmak geçiyor. Ormanın içinde özgürce koşmak. Keza Black Gold’da ise tüm aksiyon son buluyor ve kendinizi sakin, sessiz ve sükunet dolu  dini bir atmosferde buluyorsunuz. Yer yer artan müzik izleyicide savaş sahnelerini tetikliyor olsa da genel manada bir durgunluk söz konusu.
Belki de bu hikâyeyi sırasıyla vermek güftedeki perdeleri belirtmek böylece sözü sese aktarıp besteyi duyurmak en iyisi. Öyleyse hikâyeye şuradan ta en başından başlamak lazım. Horner’in bestelerinin dokunduğu eserlere; kitabı, Jim Harrison’a ait ve Brad Pitt ile Anthony Hopkins’in başrollerini paylaştığı; “İhtiras Rüzgârları” ile başlarsak acının son raddesini iliklerinizde hissedebilirsiniz. Yavaş başlayan müzik kemanla acıta acıta yükselip violin ile son buluyor. Bunu “Star Track” in ikinci ve üçüncü bölümü takip ediyor. Masalsı bir hava ile başlayan beste yavaş yavaş artan hızı ve sonundaki karmaşası ile adeta kahramanı sahneye çıkarıp göğsüne madalyasını takdim ediyor. James Cameron’ın yönetmenliğinde “Titanic”, “Aliens” ve “Avatar”ı da unutmamak gerek. Ayrıca Horner, bu dönemde Aliens ile Akademi Ödülü adayı olur.
Bunun yanı sıra sınırlarını kendi bile çizmeye cüret edemeyen Horner o dönemde sunuculuğunu Katie Couric’in yaptığı akşam haberlerinin etkileyici giriş müziğine imzasını atmıştır. Yapımcısı George Lucas, yönetmeni Francis Ford Coppola olan ve başrolde müziği Kralı Micheal Jackson’ın bulunduğu 17’dk lık “Captain EO” filminin müziğini bestelemişti. Kuşkusuz ki yapımına hatırı sayılır bir servet dökülen 3D efektli, maliyeti en yüksek müzikal kısa filmin dakikasına, 1 milyon 760 bin dolar harcanmıştı. Bu kısaca şu demekti; 1 milyon 760 bin dolar çarpı 17’dk.
Bir efsaneye göre ki, efsanelerin bir yönünün de gerçek olabilme ihtimalini de göz önünde bulundurursak, James Cameron altında Horner’ın imzası olan bir bestenin demosunu dinlediğinde hıçkırıklara boğulduğu kulaktan kulağa anlatılır. Öyle ki bu şarkı sayesinde sözlerini birlikte yazdığı Will Jennings ile kendisine “En İyi Orijinal Şarkı ödülünü”, Celine Dion’a da “Grammy ödülü” nü kazandıran şarkı tabii ki de “Titanic” ten başkası olamazdı. Genel olarak tüm hayatı kendi rekorlarını kırmakla geçen Horner tam 12 yıl sonra yine James Cameron’a ait fantastik, bilim-kurgu tarzında ve konusu 22.yy’ı anlatan “Avatar” ile Titanic’in gişe rekorunu kırmayı başardı.
Genel olarak George Lucas, Steven Spielberg, Mel Gibson ve Ron Howard gibi kaliteli yönetmenlerle çalışan Horner; sakin başlayıp biten ve beni bu yönüyle oldukça şaşırtan bestesiyle “Akıl Oyunları”, yan flüt ve gayda ile kademe kademe coşup İskoç figürünü zihnimize kazıyan “Cesur Yürek”, “Apokalipto”, bir marş havasında trompetle izleyiciyi etkileyen bestesi “Apollo 13” ve 21.yy da gişe rekorları kıran “Day of the Falcon”, “Troy”, “The Karete Kid”, “Zorro”, “Amazing Spiderman”, “Enemy at the Gates” gibi filmlerin sahnelerine besteler yazmıştır. Kısa filmleri, TV programları yanında kaydı biten ama gösterime girmemiş bir belgeseli ve üç filmi daha bulunmaktadır.
Her bir sahnenin ruhuna duygu katan ve dinleyeni hisleriyle muhakeme etmesini sağlayan James Horner özgürlüğün tınısını duymuş biriydi. Özgürlüğü gökyüzünde süzülmekle bağdaştıran müzisyen eşiyle birlikte kendine ait olan tek motorlu uçağında çıkan bir arıza sonucu geçtiğimiz Haziran ayının 22’sine tam 61 yaşında yaşamını yitirmiştir.
Bir daha ruhumuza bu kadar işleyen bir müzisyen dünyaya gelir mi bilmiyorum ama şunu biliyorum, müzik; sesin zamanda bütünleşmesi ve kaybolmasıydı. Tıpkı bizim kalbimize dokunan James Horner gibi. Ruhu Şad olması dileğiyle.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Şinasi'nin "Münacaat" şiirinin beyitleri ve açıklamaları

MÜNACAT ŞİİRİNİN ÇEVİRİSİ

DİRSE HAN OĞLU BOĞAÇ HAN DESTANINDAKİ MOTİFLER